BIGtheme.net http://bigtheme.net/ecommerce/opencart OpenCart Templates
ANASAYFA » MANŞET » BABAİLER İSYANI

BABAİLER İSYANI

Cemal Şahin

Pir Sultan Abdal Yenimahalle Şubesi,

Pir Sultan Abdal Cemevi Dedesi

I.İSYANIN NEDENLERİ

A) Ekonomik Nedenler

Anadolu Selçukluları, Anadolu’ya gelmeden önce Horasan bölgesinde zengin toprak sahipleriyle, halk kitleleri arasında büyük bir uçurum vardı. Anadolu’ya geldiklerinde bu uçurumu Bizans (Doğu Roma) toprak sahipleriyle yerli halk arasında da gördüler. Herhangi bir sosyal krizden sakınmak maksadıyla, kendi geleneklerine de uygun olan miri (devlet malı) toprak rejimi ile askeri iktâlar sistemini uygulamaya başladılar. Fethonulan bütün topraklar, İslam hukuku gereğince doğrudan doğruya devletin malı kabul ediliyordu. Bazı şartlar altında özel mülkiyette kabul ediliyordu ama, bu önemli bir miktar teşkil etmiyordu. Genellikle bunlar küçük çapta bağlar, bahçeler ve tarlalardı. Bu özel mülkiyetin yanında devlet hizmetinde bulunan bazı şahıslara verilen “Dîvanî Mâlîkâne” diye adlandırılan topraklar da veriliyordu. Bu adla verilen toprak mülkiyeti başkasına ne satılabilir, ne bağışlanabilir ne de miras bırakılırdı.

Hükümet bu iktâları bazı askeri sınıfların temsilcileri olan Türkmen beyleriyle devlet memurlarına vermekteydi. Üzerinde bir çok köylülerin ve Türkmen boylarının yaşadığı bu iktâlar, miri arazinin büyük çoğunluğunu teşkil ediyordu. Bunları kullanan müslim ve gayri müslimler, her yıl iktâ sahibine belli miktarda vergi ödüyordu.

Azerbaycan ve Horasan bölgelerinde Moğol istilasından kaçan, Anadolu Selçukluları’na sığınan Türkmen boyları da Selçuklu hükümeti yine kendi kabile geleneklerine uygun olarak topraklar verdi.

2. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra (1192), Selçuklular içerisinde iktidar kavgaları başladı. Bu kavgaların doğurduğu huzursuzluklar henüz daha giderilmeden 1. Gıyâseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra (1211), oğulları 1. İzzeddîn Keykâvus ve 1. Alâeddîn Keykubâd arasında yeniden iktidar mücadelesi başladı. Bu mücadelenin getirdiği nedenlerden dolayı toprak rejimi önemli ölçüde zedelendi ve sistem bozuldu.

13. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, toprak rejimi bozulmaya ve özel mülkiyet veya vakıflar, konar göçerler için hayatî önem taşıyan müşterek mülkiyet aleyhine gelişmeye başladı. Bu bozulma nedeninden dolayı, köylerde de özel mülklere sahip toprak ağalığı oluşmaya başladı. Bu toprak ağaları köylüleri ırgat olarak kullanıyordu. Böylece, köylülerle devlet arasında bu büyük toprak sahiplerinden ibaret bir aracı sınıf meydana geldi.

Aynı dönemde ikinci bir değişiklik de, askeri iktâların vakıf haline dönüştürülmesidir. Bazı sipahiler ve bir kısım emirler, iktâlarını “evlâtlık vakıf” haline getiriyorlar, böylece onların gelirini çocuklarına bırakmanın yollarını bulmuş oluyorlardı. İktâların bu suretle vakıf haline getirilmesi de, Türkmenlerin yaşadığı kollektif arazilerin miktarının büyük çapta azalmasına ve bu hususta bir darlık ve sıkıntının doğmasına sebebiyet veriyordu.

Toprak rejimindeki bu değişikliklerin doğurduğu arazi sıkıntısı Türkmenlerin, gittikçe hayvanların otlayacak mer’a ve kışı geçirecek kışlık bulma konusunda güçlüklerle karşılaşma konumunu getirdi. Bu da haliyle onların günlük yaşantılarında önemli bir sıkıntı yaratıyordu.Türkmenlerin hayat şartlarını ağırlaştıran önemli bir neden de, 13.yüzyılın başından beri doğudan Anadolu’ya devamlı surette göç eden Türkmen göçleridir. İlk göçler sırasında Selçuklu yönetimi, yeni gelen boyları yerleştirme konusunda pek de güçlüklerle karşılaşmıyordu. Çünkü Orta Anadolu’nun geniş bir kısmı, yıllarca Bizans (Doğu Roma) yönetiminden ve toprak ağalarından çektikleri ağır ızdıraplar sebebiyle yeni gelenler karşısında fazla direnme göstermeden batıya doğru çekilmişti. Bu nedenle Selçuklu hükümeti, boş kalan araziler üzerinde kendi mülkiyet hakkını kullanarak göçmenlere dağıtıyordu. Oğuzlar (Türkmenler) ve öteki Türk boyları, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Kayseri, Bozok (Yozgat), Çankırı ve Eskişehir gibi yerlere yerleştiriliyordu. Üstelik sınır boylarına yerleştirilmiş Türkmen boyları, zaman zaman Bizans içlerine yaptıkları akınlarda devlete hizmette bulunuyorlardı. Bazı boylar giderek göçebeliği bırakıp yerleşik hayata geçiyor ve boş arazileri şenlendirerek tarıma katkıda bulunuyorlardı.

13.yüzyılın ilk çeyreğine kadar durum bu merkezdeydi. Fakat bundan sonra, gerek doğudaki Moğol istilası ve gerekse başka nedenlerden dolayı Anadolu’ya göçen Türkmenler sıkıntı yaratmaya başladı. Bunlardan önce gelenler tarafından arazi paylaşıldığı için, yeni gelenlerin yerleşti-rilmesinde bazı güçlüklerle karşılaşmaya başlandı. Önceden gelipte yerleşik konuma geçenler, ellerindeki arazileri yeni gelenlerle paylaşmaya razı olmuyorlardı. Haliyle bu durum yeni gelenlerle eskiler arasında huzursuzluğa neden oluyordu.

Bu huzursuzluğun nedenlerinden biri de, Türkmenlerin temel uğraşıları hayvan yetiştirmekten ibaretti. Kendilerinin koyun, at ve deve sürüleri vardı. Bu sürüleri yazları yaylalara, kışları ise soğuktan korunmak için düzlüklere indiriyorlardı. Büyük sürülerle ve kalabalık insan kitleleriyle kışlıktan yaylaya, yayladan kışlığa gidiş gelişlerde, yerleşik halkın tarla, bağ ve bahçelerine zarar veriyor, bu da köylüler ile konar-göçerler arasında kavgalara neden oluyordu.

Ayrıca bazen konar-göçer Türkmenler yolları üzerinde bulunan şehir, kasaba, köy ve kervanları yağmalıyorlardı. Bu yağma hareketinde hükümet araya girdiğinde, hükümet kuvvetleri ile Türkmenler arasında kavga çıkıyordu. Bu durumlar, yerleşik halkla konar-göçer Türkmenler arasında zıtlaşmalara neden oluyor ve birbirinden ayrı sosyal olgular oluşturuyordu.

B) Toplumsal ve Psikolojik Nedenler

Konar-göçer Türkmenler’le yerleşik hayata geçmiş Türkler’in hayat tarzları arasındaki bu ayrılıklar ve bunların sebep olduğu sosyal zıtlaşma, iki zümre arasında karşılıklı bir hor görme ve düşmanlığa yol açıyordu. Şehirli Türkler, tıpkı kendileri gibi Türk olan fakat eski geleneklerinden hiçbir şey yitirmemiş bulunan bu konar-göçer hem cinslerini aşağılıyorlardı; hatta onları kendilerinin hasmı olarak görüyorlardı. Konar-göçer Türkmenler için “akılsız Türkler”, “zorba Türkler”, “pis Türkler” ve “isyancı, dinsiz Türkler” gibi terimler kullanıyorlardı.

Diğer yandan Selçuklu hükümeti devlet işlerinde Türkmenler’e sırt çevirerek özellikle İranlıları tercih etmekle şehirli Türkler’in duygularını paylaşıyorlardı. Devletin yüksek kademelerine getirilen İranlılar da Türkmenler’e karşı iyi davranmıyorlardı.

Selçuklu Devleti nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Türkmenler, kendilerini kendi topraklarında ve kendi devletinin sınırları içinde “istenmeyen vatandaş” gibi hissediyorlar ve bunu içlerine sindiremiyorlardı. Bu hor görülme ve aşağılanma Türkmenler’in, Selçuklu merkezi otoritesine karşı çıkmak nedenlerinden birisini oluşturmuştu.

Aynen böyle benzeri bir durumu, 12.yüzyılda İran’da Büyük Selçuklular zamanında görmekteyiz. O zamanlar da Oğuzlar (Türkmenler), bizzat kendileri tarafından kurulan devletin, bir müddet sonra İranlılar tarafından yönetildiğini ve bunun kendileri için hem siyasi hem de ekonomik olarak aleyhlerine netice doğurduğunu gördüler. Oğuzların, Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetleri dokunmasına rağmen, kendilerinin devlet yönetim kademelerinde olması gerekeceği yerde, ağır vergilere tabi tutulduklarını görünce Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı ayaklandılar. 1153 yılında Sultan Sancar’ı esir alarak iki yıl boyunca esir olarak tuttular. Bu arada yağma hareketlerine devam ederek önlerine çıkan bütün şehir, kasaba ve köyleri elden geçirdi-ler. Sultan Sancar iki yıl sonra tutsak olarak öldü (1155). Bu olaylar sonucu Büyük Selçuklu Devleti gücünü kaybetmeye başladı ve süreç Hârimzşahlar tarafından yıkılıncaya kadar ( 1157 ) devam etti.

Bu isyan sosyal niteliği itibariyle, kendisine yabancılaşmış, kendisini horlayan devletine karşı konar-göçer Türkmen kitlesinin psikolojisini anlama bakımından çok iyi bir yol göstericidir. O zamanki bu büyük Oğuz isyanında da, tıpkı Babailer isyanındaki gibi, ağır vergiler ve aşağılanma, önemli bir sebep teşkil etmiştir. Bu isyanda Babailer isyanındaki gibi dinî bir ideoloji kullanılmamakla beraber, her iki hareketin de tamamıyla aynı toplumsal psikolojiden kaynaklandığı meydandadır.

Türkmenlere karşı bu tutumlarından dolayı, aşağı yukarı bir asır önce Büyük Selçuklu Devleti’nin başına gelen olaylar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin de başına gelmiştir. Anadolu Selçukluların Moğollar tarafından hakimiyet altına almasını kolaylaştıracak nedenlerden birisini oluşturmuştur. Çünkü yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerden dolayı, Anadolu Selçuklu yönetimi, Moğol tehdidi karşısında Türkmenler’i bir araya toplayıp, yanına alarak istilaya karşı koyamamıştır. Moğollar Anadolu’ya girerken, Türkmenler bir yandan onlarla mücadele ederken, bir yandan da Selçuklu hükümetiyle uğraşmışlardır.

Bilhassa 1237 yılında yönetimin başına geçen 2. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında, Türkmenler üzerinde baskılar daha da yoğunlaşmıştır. 2. Gıyâseddin Keyhüsrev, Gürcü karısının etkisiyle kendini eğlenceye vermiş, av partileri ve içki meclisleri düzenleyerek yaşamaya başlamıştır. Bu nedenle devlet işlerinden tamamıyla elini çekerek, devletin yönetimini veziri Sâdeddîn Köpek’e bıraktı.

Bu vezir ve çevresi, devleti kendi menfaatleri doğrultusunda idare ediyor, devlet memuriyetini ve yüksek mevkileri rüşvet karşılığında ehilsiz kişilere veriyorlardı. Bu otorite boşluğundan ve denetimsizlikten yararlanan vergi memurları, halkı yüksek vergilerle eziyorlardı.

Bu nedenlerden dolayı Anadolu Selçuklu Devleti’nde, sosyal düzen gittikçe bozulmaya başladı. Bilhassa Türkmenlerin yeterli mer’a ve kışlak bulmada daha da zorluklarla karşılaştılar. Sonuçta hayatlarını sürdüremez hale geldiler. Yaşamlarını sürdürebilmeleri için zaman zaman yaptıkları yağma hareketlerini daha da artırdılar ve sonunda yönetimle ipleri tamamen kopardılar. Nitekim bu durum ayaklanmanın başlangıcından itibaren yapılan şiddetli yağmalarla kendini gösterdi.

II.AYAKLANMAYI KOLAYLAŞTIRICI NEDENLER

A) Elverişli Dinî Şartlar

Daha 9. ve 10. yüzyılda İslamiyet Orta Asya’da değişik bölgelerde Türkler arasına girmeye başladığı zaman, birbirinden farklı iki sosyal-kültürel ortama göre şekillenmeye başladı. Şehirde oturanlar yerleşik olmaları sebebiyle, medreselerde işlenen ve öğretilen kitabî esaslara daha sadık bir İslam anlayışını yani devletin resmi desteğini sağlayan Sünni Müslümanlığı benimsediler. Konar-göçer Türkler ise, kendilerine önce İranlı, sonra da Türk Sûfîler tarafından getirilen tasavvuf ağırlıklı bir mistik Müslümanlık anlayışını benimsediler. Müslümanlığın girmesiyle önceleri, aynı inancı paylaşan Türkler arasında, kısa zaman içerisinde bir farklılaşma olmaya başladı. 11. yüzyıldan itibaren Türklerin Anadolu’ya göçleri sırasında bu farklılıklar Anadolu’ya taşındı. Türkmenler, Türkmen babaları denilen kimselerin etrafında toplanmaya başladı.

Anadolu’ya göç etmiş Türkmenler, devletin resmi Sünni İslam anlayışına uymayan, başka bir inanç sistemi taşıyorlardı.

Konar-göçer olduklarından dolayı, büyük bir çoğunluğu okuma yazma bilmeyen, sade zihniyetli ve yaşantılı bu insanlar, Sünni İslam’ın karmaşık ve anlamsı güç bir takım inanç esaslarını ve abdest alarak günde beş vakit namaz kılmak, yahut Ramazan ayında bir ay oruç tutmak gibi, ancak yerleşik yaşamın sağlayabileceği bir düzen gerektiren İslamî kuralları önemsemiyorlardı.

Aslında İslamiyet 9. ve 10.yüzyıllarda Orta Asya’ya girerken, Arap İslam Devleti’nin kültür ve fikir önderleri tarafından bir barış ortamı içerisinde girmemiş, aksine Arap İslam Devleti’nin yağma ve talana dayanan zorba bir yöntemle girmişti. Arap İslam Devleti yağma ve talan ettikleri Türk yurtları yönetiminin başına kendileriyle işbirlikçi olanları getirmiş ve onları yılda belirli miktarda kendilerine “haraç” vermeye zorunlu kılmışlardı. Bu zorbalığı konar-göçer Türkmenler bir türlü içleri-ne sindiremiyorlardı ve atalarının inançlarından da vazgeçmek istemiyorlardı. Ama bu Türkmenler üzerinde de, Müslümanlığın Sünni anlayışını kabul etmiş devletinde çok büyük baskıları vardı. Bu Türkmenler içerisinde Şamanist geleneğinden gelen Türkmen babaları çıkmaya başladı. Bu Türkmen babaları inanç sistemlerini eski ata inançlarından gelen inanç sistemiyle, İslamiyetin bazı unsurlarını da içine alan, yeni bir inanç anlayışı olan tasavvuf anlayışı üzerinde oturtmaya çalıştılar. Örneğin; Sünni Müslümanlık geleneğinin kadın ve erkeğin bir arada oturmasını hoş görmeyen eğilimine karşılık bu babalar, yaşamları gereği sabahtan akşama kadar kadın erkek bir arada bulunan Türkmenler’in, kökü çok eski devirlere dayanan kadın-erkek toplu bir şekilde müzikli ve rakslı dinsel ayinler yapıyorlardı.

Bu düşünce bazında inanç anlayışı sadece konar-göçer Türkmenler’ce değil; ayrıca bazı şehir, kasaba ve köylerde yerleşmiş olan Türkmenler’de de benzer bir yaşam tarzı görülüyordu. Örneğin; 14.yüzyıl tarihçilerinden İranlı Zekeriya Muhammet Kazvînî’nin “Âsâru’l-Bilâd” adındaki tanınmış eserinde, halkın çoğu Türkmen olan Sivas’ta camilerin genellikle boş olduğu, halkın ticaretle meşgul olduğu, fakat Müslümanlığın vecibelerini yerine getirmedikleri, hattâ şarap içmekte hiçbir sakınca görmediklerini belirtmektedirler. Bundan dolayı da İranlı tarihçi Sivaslıları bu vasıflarından dolayı ayıplamaktadır.

Ayrıca bu dönemde, özellikle Güney Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de yaşayan Türkmenler arasında İsmâili (Bâtınî) propagandası da yaygın bir şekildeydi. Baba Resûl isyanının mayalandığı merkezlerden biri olan Kuzey Suriye, yaklaşık olarak bir asırdan beri İsmâilîler için çok elverişli bir propaganda alanı haline gelmişti. Türkmen boylarının sürüleriyle dolaştıkları bu bölgede bir çok İsmâilî kalesinin bulunduğu ve söz konusu propagandalara üs vazifesi gördükleri bilinmektedir.

13.yüzyılda Anadolu’da faaliyet gösteren tarikatların bazılarının mensubu olarak bilinen ve aslında birer İsmâilî din adamı olan dervişler ve şeyhler, Türkmen babaları, yazın Suriye’ye, kışın da Orta Anadolu yaylalarına gidip gelen Türkmenler arasında, İsmâîlilik’le karışmış bir tasavvuf anlayışını yayıyorlardı. Bu nedenle Baba Resûl’un adamları bu ortamda kolayca her an ayaklanmaya hazır kimseler bulabiliyorlardı.

B) Siyasi Ortamın Uygunluğu

İsyanı kolaylaştıran siyasi şartların başında, 2. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in kötü yönetimini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Selçuklu sultanının ve vezirinin bazı menfaat grupları, Türkmenler’in durumunu dikkate alarak, bu durumdan kendileri hesabına yararlanmak için gizliden gizliye onları isyana teşvik etmiş olabilirler.

İkinci olarak, o sıralarda Anadolu’da ve Kuzey Suriye’de yağma hareketlerine girişen Hârezm Türklerinin kışkırtmaları da akıldan uzak tutulmamalıdır. Bilindiği üzere, Hârezmşahlar devletinin Moğollar tarafından yıkılmasından hemen sonra, Kanglı ve Kıpçak boylarına mensup Hârezmli bir kısım Türkler, 1231 yılında Anadolu’ya sığınmışlardı. Doğu Anadolu’ya kadar Moğollar tarafından kovalanan bu Türkler iki gruba ayrılmışlar, bir grubu Suriye’ye giderek Eyyubîler’in himayesine girmişti, diğeri de 1. Alâettin Keykubâd’ın himayesine girmişti. Selçuklu Sultanı Alâattin Keykubat onları Orta Anadolu’ya yerleştirmişti. Fakat 2. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanında durum değişti. Yeni Sultan etrafındaki bazı kimselerin etkisiyle, isyan edecekleri korkusuyla, Hârezmlilerin reisi Kayır Han’ı yakalattı ve Zamantı kalesine hapsetti. Kayır Han zindanın ağır şartlarına dayanamayarak çok geçmeden öldü. Önderlerinin bu şe-kilde ölümü ve ayrıca Selçuklu Sultanı tarafından maruz kaldıkları baskı-aslında hiç de isyana niyetli olmayan- Hârezmliler Orta Anadolu’yu bırakarak önlerine çıkan şehir ve köyleri yağmalayarak Malatya havalisine girdiler. Yaptığına pişman olan sultan, arkadaşlarından adamlarını göndererek onları geri çağırdı ise de, bir sonuç alınamadı. Hârezmliler bütün Güney Doğu Anadolu mıntıkasını yağmalamaya devam ettiler. İşte tam bu sırada yetmiş bin kadar bir Türkmen kuvveti de Hârezmliler’e katıldı. Urfa, Harran, ve Suruç bölgeleri bu kuvvetler tarafından tamamen yağmalandı.

İşte tam bu sırada, Baba Resûl isyanı patlak verdi. Her iki olayın aynı zamanda rastlaması, ister istemez Baba Resûl ile Hârezmliler arasında bir ilişkinin bulunabileceğini akla getiriyor. Muhtemel dış tahriklere gelince; hemen akla, Selçuklular’la Eyyubiler arasındaki, 12. yüzyılın sonlarından beri Güney Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye üzerindeki mücadeleler geliyor. Bu bölgelerin sahip oldukları iktisadi avantajlar nedeniyle ele geçirme arzusundan doğan bu mücadeleler, özellikle 1. İzzettin Keykâvus (1211-1220) zamanında daha da kızıştı. Adı geçen bölgeler, 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (1237-1246) devrine kadar Anadolu Selçukları ile Eyyübiler arasında el değiştirip durdu. Halep, Âmid (Diyarbakır) ve Mardin gibi, Orta Doğu’nun önemli ticaret merkez-lerinden bazılarını barındıran bu mıntıka, 1. Alâettin Keykûbat (1220-1237) zamanında Melik Kâmil’in elinde bulunuyordu. Fakat Anadolu’da sağlam bir idare kuran Selçuklu Sultanı, 1234’de Eyyubiler’i buradan çe-kilmeye mecbur etti. Onun ölümünden sonra 2. Gıyaseddin Keyhüsrev Güney Doğu Anadolu’da Zengî prensi Melik Nasır ile birlikte Melik Kâmil’e karşı bir ittifak oluşturdular. Melik Kâmil kaybedilen topraklardan vazgeçmediği için, Selçuklu Sultanı’na karşı sefer hazırlıklarına gi-rişti ise de, 1238 yılında ölümü buna engel oldu. 1238 yılında yarım kalan bu seferden bir yıl sonra Baba Resul isyanının başlaması, dikkat çekiyor ve ister istemez olayın teşviki konusunda Eyyubiler’in rolünün olup olmadığını akıllara getiriyor. Gerçi bu düşünceyi destekleyen tarihi belgelere rastlanmamış. Bu düşünce bir varsayımdır.

lll- BABAîLER İSYANININ SOSYAL TABANI VE İDEOLOJİSİ

A- İSYANIN SOSYAL TABANI

1- Katılanlar

a) Konar-Göçer Türkmenler ve Köylüler

İsyanın sosyal tabanı ifadesiyle muhtelif Türkmen zümreleri başta olmak üzere, diğer müslüm, gayri müslüm, köylüler gibi halk kesimiyle, onları yöneten derviş zümreleri kastedilmektedir.

Gerek nüfus üstünlüğü, gerekse isyana fiilen katılan ve onu uygulama safhasına geçiren kitlelerin başında konar-göçer Türkmenler gelmektedir.

Bazı tarihi kaynaklardan anlaşılacağı gibi, Türkler Anadolu’ya yoğun bir şekilde 1071 Malazgirt savaşından sonra girmeye başladılar.Bazı tarihi belgelerde Türk boylarının bazılarının bu tarihten çok önceleri Anadolu’ya geldiklerinden bahsederlerse de, bu Türk boyları Anadolu’da pek etkili olamamışlardır. 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra başlayan Türk göç dalgaları hemen hemen aralıksız 14.yüzyıla kadar devam etti. Göç eden bu kitleler arasında büyük çoğunluk Mâverâünnehir, Hârezm, Horasan, Azerbaycan ve Erran bölgelerindeki Oğuz (Türkmen) boylarıdır.

Genellikle Türkler, Anadolu’ya iki büyük göç dalgası halinde gelmiştir.

Bunlardan birinci göçün nedeni; 13.yüzyılda, Karahıtaylar’la Hârezmşahlar arasındaki mücadeleler sebebiyle Fergana’daki (Özbe-kisten, Kırgızisten ve Tacikistan cumhuriyetlerinde, dağlar arasında uzanan çöküntü ) şehirlerin çoğu tamamıyla harap bir hale gelmiş ve orada yaşayan Türkler bu bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Bu halkın büyük çoğunluğu Anadolu’ya göç etti. Hemen hemen aynı dönemde Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Hârezmşahlar tarafından yıkılmasından sonra (1157), yine bazı Türk göç dalgaları, bu arada özellikle Oğuzlar Anadolu’ya yerleştiler. Her ne kadar çoğunluk Oğuzlar’a ait olsa da, bu göçmenler arasında Karluklar, Halaçlar, Kıpçaklar ve bazı öteki Türk boyları da vardı.

İkinci büyük göçün nedeni ise; Moğollar’ın ilk önce Mâveraünnehir’de başlayan istila sırasında (1206-1227) birçok Oğuz ve Karluk Türkleri, Cengiz’in orduları önünden kaçarak bir kısmı Hindistan istikâmetine, diğerleri ise Horasan bölgesine kaçtılar. Kısa bir müddet sonra Hârizmşahlar devletinin 1231 yılında Moğollar tarafından yıkılışı sonucu Hârizmli Türkler’in büyük bir bölümü Anadolu Selçukluları’na sığındı. Nihayet son olarak da Moğollar tarafından Horasan, Azerbeycan ve Erran bölgelerinin istilası, bu bölgedeki Türklerin büyük bir çoğunluğunun Anadolu’ya göçmelerine neden oldu.

Türklerin Anadolu’ya bu göçleri, gerek Orta Doğu ve gerekse Anadolu tarihi için çok önem taşımaktadır. Çünkü âdet ve gelenekleri tamamıyla farklı, hayat tarzları ve dünya görüşleri çok değişik genellikle konar-göçer Türkler’le, Anadolu’nun yerleşik halkı, Anadolu’da, Anadolu’nun gelecek tarihini oluşturmaya başladılar. Bu göçler sırasında gelen insanların sayıları ne kadardı? Bu konu hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kaynaklar bunun 400-900 bin arasında değişik rakamlar vermektedir.

Henüz dinlerinden ve atalarına ait gelenek ve göreneklerinden çok şeyler taşıyan Oğuzlar, Karluklar, Halaçlar, Kanklılar, Kıpçaklar ve Uygurlar, bütün geleneksel örf ve adetleriyle bilhassa Anadolu’nun orta kısımlarına yayıldılar. Buralarda Türkmenler, Artuklu, Dânişmendli, İnallı (Enelli) gibi, kendilerini yöneten ailenin veya şeflerin adını taşıyan yeni yeni oymaklar meydana getirdiler.

Anadolu’dan başka, Irak, el-Cezîre ve Suriye’ye de geniş ölçüde Türkmenler yerleşti. Buradaki Türkmenler özellikle Musul ve Halep havalisinde yaşıyorlardı. Bu Türkmenler yazın Anadolu yaylalarına sürülerini otlatmak için gelirlerdi. Bu geliş gidiş sırasında devamlı olarak Anadolu’da yaşayan Türkmenler’le iletişim halindeydiler.

Türkmenlerin ana geçim kaynağını hayvancılık oluşturuyordu. Bunların yaşamları gereği çok güçlü bir geleneksel sosyal yapıları vardı. Bu yapı içinde kendilerini yöneten ve bir anlamda geleceklerinin garantisi olarak gördükleri boy ve dini reislerine sarsılmaz bir bağla bağlı idiler. Bu nedenle sıkı bir gelenek, örf ve âdet ağı içinde yaşıyorlardı.

Bu konar-göçer Türkmen zümreleri geldikleri ilk yurtlarından bu yana, bu sert geleneksel yapı yüzünden, onları gerek yerleşik hayata geçirmeye, gerekse bir disiplin altına almaya çalışan bütün merkezi yönetimlere, kendilerine hor bakan yerleşik kesimlere karşı kolay kolay uzlaşmaz bir psikoloji içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Merkezi yönetimin kendilerini düzene sokmak için uyguladığı baskı karşısında hemen ayaklanı-yorlar, şehir, kasaba ve köyleri yağmalıyorlardı. Bu nedenle Selçuklu hükümdarı 1. Alâeddin Keykûbat, bunları belirli bir disiplin altına almak için, kendisiyle iş birliği yapan bazı Türkmen beylerine ya da bazı Türkmenler’in ileri gelenlerine seyit’lik belgeleri vermek suretiyle, bunlar aracılığı ile disiplin altına almak istedi.

Baba Resûl isyanına katılan Türkmen zümrelerinin hangi boylara mensup oldukları, tarihi kaynaklarda tam olarak açıklanmamıştır. Ancak bunlardan bir kısmının Karamanoğulları’na bağlı Avşar oymağı ile, önemli ve büyük oymaklardan Çepni oymağından oldukları tesbit edilebilmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin de Çepni boyuna bağlı Baktaşlu oymağının reisi olduğunu söylemekteler.

Baba Resûl isyanına katılanlar yalnız bu konar-göçer Türkmenler ve diğer Türk zümrelerinden ibaret değildi. Kaynaklardaki bazı ifadelerin altında, yerleşik kesime, özellikle köylü kesimine mensup bir kısım insanların, gerek isyana yürekten inandıkları için, gerekse yağmalardan faydalanabilmek amacıyla katılmış oldukları söylenebilir. Orta Anadolu’da Amasya, Çorum, Yozgat bölgelerinden de bazı köylerin ve Güney Doğu Anadolu’nun da bir kısım köylerinin katılmış olmaları ihtimal dahilindedir. Hatta bir kısım Hıristiyan köylüleri için de aynı durum söz konusudur.

Ayrıca bunlara bir de, isyan bölgelerindeki Selçuklu hükümetinden memnun olmayanları da eklemek mümkündür. Nitekim o sıralarda muhtelif şehirlerde işsiz kalmış birçok kimseler mevcuttu. Baba İlyas’ın isyan hazırlıkları onlar için de iyi bir fırsat teşkil etmiş olmalıdır.

b) Maceraperestler ve Yağmacılar

Hemen dünyanın her yerinde ve benzeri hadiselerde olduğu gibi, Babailer isyanına da, asıl kitlelerin yanında, bir takım maceraperestlerin, fırsat düşkünlerinin ve yağmacıların katıldığını varsaymak kesinlikle gerçek dışı değildir.

B-İSYANI YÖNETENLER; ŞEYHLER VE DERVİŞLER

1-Anadolu’ya Gelen Dervişler

Babaîler isyanının üzerinde geliştiği sosyal tabakanın ikinci önemli ögesi, isyanın hazırlanmasından propaganda safhasının yürütülmesine, teşkilatlanmasından yönetilmesine kadar bütün aşamalarda birinci derecede rol alan devletin resmi dinsel ideolojisi dışında yer alan derviş zümreleridir. Bu derviş zümreleri, yukarıda kısaca sözü edilen iki büyük göç dalgasından sonradır ki, Anadolu’da tasavvufun temelleri atılmıştır.

Gelen dervişler esasında, görünürde değişik tarikatlara mensup olmalarına rağmen, temelde aynı tasavvuf anlayışından kaynaklanan benzer ve ortak birçok görüşleri paylaşıyorlardı. Bu şahıslar için Anadolu, Moğol istilasından kaçtıktan sonra hem sükûnet ve emniyet bulmayı ümit ettikleri bir memleket ve hem de kendi dini fikirlerini rahatça yayabilecek elverişli bir ortamdı.

Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen bu şeyh ve dervişler, tıpkı geldikleri yerlerdeki gibi, aynı zamanda hem kabile şefleri ve hem de dini reisler idiler.13.yüzyıl ortalarında, Baba Resul isyanına rastlayan yıllarda, sözü edilen bu devletin resmi dinsel ideoloji inancı dışında düşünen şeyh ve dervişleri dört ana tarikata bağlı olarak görüyoruz.

a) Kalenderîler

İlk defa 10.yüzyılda Orta Asya ve İran’da, Horasan Melâmetiliğinden (Gelenek ve töre tanımayan, kurumsallaşmaya karşı olan bir tasavvuf anlayışı) kaynaklanan, henüz teşkilatlanmamış büyük bir Sûfîlik akımı olarak ortaya çıkan Kalenderilik, 12.yüzyılın sonunda Cemaleddîn-i Sâvî (öl. 1232-1233) adlı İranlı bir sûfînin önderliğinde teşkilatlandı. “Kalenderiye” veya “Cavlakiyye” adıyla Orta Doğu’da ve Orta Asya’da geniş taraftar buldu.Kalenderi dervişleri, tıpkı öteki tarikat mensupları gibi Moğol istilasının önünden kaçarak kalabalık gruplar halinde Anadolu’ya geldiler. Dönemin kaynaklarının rivayetlerine bakılırsa, bunların bir kısmı, aslında gerçek anlamda bir tasavvuf düşüncesinden yoksun maceraperest olarak algılamak gerekiyor; hatta daha ziyade Hint menşeili bir takım fikir ve inançları taşıyan gezgin dervişler oldukları görülüyor. Bu maceracı, serseri, tek başlarına veya gruplar halinde Anadolu köy ve kasabalarında, yiyeceklerini dilenerek toplayan Kalenderiler’in içlerinden, Ebûbekr-i Niksarî ve Şems-i Tebrizî (Mevlana’nın hocası) gibi yüksek tasavvuf düşüncesine mensup Kalenderî Şeyhleri de bulunuyordu.

Kaynaklardaki rivayetler, birinci grubu temsil edenlerin çoğunluğunun bekar yaşadığı, zamanın ve mekanın ahlaki kurallarına ve şer’î kaidelere uymadıklarını, acaip kıyafetlerle gezdiklerini ve bilhassa saçlarını, sakallarını, bıyık ve kaşlarını tamamıyla kazıdıklarını kaydediyorlar. Bu kaynaklara inanmak gerekirse, Kalenderiler’in çoğunluğunun, genellikle aşağı tabaka mensupları olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu yüzden ve ayrıca İslamî kuralları pek dikkate almayan tavırları yüzünden şehirlerde hiç de iyi karşılanmıyorlar, hatta kovuluyorlardı.

b) Yesevîler

Hâce Ahmed-i Yesevî (ölm. 1167) tarafından Mâverâünnehir’de yine Horasan Melâmetiyye mektebinin bir türevi olarak kurulan Türk tarikatı, kısa zamanda konar-göçer Türk boylarının sosyo-kültürel yapılarına uyarlanmış ve eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışmış bir mahiyet kazandı. Kurulduğu günden zamanımıza kadar Orta Asya’da önemli roller üstlenen Yesevîliğin, Anadolu’da aynı konumu kazandığını söylememiz pek mümkün değildir. 12.yüzyılın ortalarından itibaren Türkmen muhitlerine uygun, karmaşık sûfiyane doktrinlere sahip olmayan basit ve pratik yapısı, sadeliği ve Türkler’e uygun gelen cezbedici karakteri sayesinde çabucak yayıldı.

Ayrıca bu tarikatın, bir müddet sonra, Batı Türkistan’da o sıralar oldukça yaygın bulunan İsmâili cerayanlarının etkisinde de kalmış bulu-nabileceği kuvvetle muhtemeldir. Nitekim bazı kaynaklarda, Türkistan’ın birçok kalelerinde İsmâili dâîsi (Halkı mezhebe inandırmak ve kandırmakla görevlendirilen kişi) olarak faaliyet gösteren bir takım Türkler’in bulunduğuna dair kayıtlara rastlanması, bu ihtimali kuvvetlendiriyor. Bu propagandacılar aracılığı ile bazı göçebe Türk boylarının böylece İsmâili inançlara yabancı kalmadıkları aynı şekilde kuvvetli bir ihtimaldir.

İşte bu senkretik (birbirinden ayrı düşünce, inanış yada öğretileri kaynaştırmaya çalışan felsefe) fikirler ve tasavvuf anlayış ve görüşleriyle yüklü Baba, Dede veya Ata ünvanlı Yesevî dervişler, İslamî inançları yüzeysel, üstünkörü ve basit bir biçimde yorumlayarak müritlerine sunu-yorlardı. Bu sebepledir ki Yesevîliği, sanıldığı gibi Sünni eğilimli bir tarikat kabul etmek mümkün değildir. Hatta o, daha ilk teşekkülünde bile, Mâverâünnehir’in büyük kültür merkezlerin güçlü Sünni öğretilerin aksine bir istikamette gelişmiş ve 14.yüzyılın ikinci yarısında, tam anlamıyla Sünni eğilimli bir tarikat olan Nakşibendiliğin doğuşundan ve Orta Asya’da yayılmasından sonra dahi bazı kollarıyla bu yapısını korumuştur. Köylerde ve göçebe çevrelerde bu belirtilen yönde gelişmesini sürdürmüştür. Buralarda onun için hiçbir zaman Vahdet-i Vücud (Varlığın birliğini; Yaratan ile yaratılanın-Halik ile mahlukun-bir olduklarını; evren ve evrende tüm varlıkların tanrısal ad ve niteliklerin yansımaları olmaktan öte bir değer taşımadıklarını savunan tasavvuf akımı) mektebinin derin ve karmaşık fikirleriyle ilgisi olmamış, fakat göçebe Türkmen çevrelerine adapte olmuş sade ve işten bir halk tasavvufu haline gelmiştir.

Yesevî babalarının Anadolu’ya ilk girişleri 13.yüzyılın başlarında, Hârizmşahlar’la Karahıtaylar arasındaki mücadeleler yüzünden vuku bulan göçlerle olmuştur, ki bu mücadeleler birçok Türk boyu ile birlikte Yesevî babalarını da Mâverâünnehr’i terke mecbur etmiştir. Asıl çoğunluk ise Moğol istilası sırasında Cengiz ordularının önlerinden kaçan Yesevî babaları Anadolu’ya sığındılar. Mâverâünnehr, Hârizm, Horasan ve Azerbaycan’dan gelen bu dervişler yeni vatanlarında tarikatlarını yaymaya devam ettiler. Kendileriyle birlikte Ahmed-i Yesevî ile alâkalı bütün sözlü gelenekleri de getirmişlerdi. Onun ve halifelerinin tasavvufî fikirlerini yine aynı sadelik içinde öğrettiler. İşte bu sözlü gelenekler aracılığıyladır ki, “kuş donuna girmek, taşları ve kayaları harekete geçirmek, ejdarha öldürmek…” gibi, daha sonraki dönemde Anadolu’da kaleme alınan evliya menâkipnâmelerinde ve özellikle de Hacı Bektaş Veli etrafında toplanan menkıbelerde sık sık görülen inanç motifleri Orta Asya’dan Anadolu’ya taşındı.

Hâlen eski kam-ozanlara çok yakın benzerlikler gösteren bu babalar, dedeler ve atalar özellikle konumuz açısından mühim olan bir kimlik taşıyorlardı: Onlar, içlerinde yaşadıkları ve yönettikleri kabilelerin başında, din adamı, büyücü, hekim ve şair kimliğini bir araya toplayan önemli reisler konumundaydılar. Bundan başka, belki aynı derecede önemli bir başka rolleri vardı: İslam öncesi eski efsaneleri İslamî evliya menkibeleri şeklinde dönüştürerek onların muhafızlığını yapıyorlar, Ahmed Yesevi ile ilgili bu menkibeleri Anadolu halkı arasında da yayıyorlardı. Örneğin; Hacı Bektaş Veli “Vilayetnâmesi” (menâkıbnâme) bunlardan bir kısmını ihtiva etmektedir.

c) Haydariler

13.yüzyılda Anadolu’da en faal -resmi inancın dışında- tarikatlardan biri de Haydarilik’tir. Aslında bu tarikat, Yeseviliğin Kalenderilik’le karışımından doğmuştur. Kalenderiliğe daha yakın olduğu için onun bir kolu olarak da kabul edilebilinir. Kudbeddin Haydar (öl.1221’den sonra) isimli bir Türk şeyhi tarafından kurulan Haydarilik, Türkmen yörelerinde hızla yayıldı. Zâve’de büyük bir zâviyesi olan Şeyh Kutbeddin Haydar, çok şöhretli bir şahsiyetti. Onun müritleri Moğol istilasının başlamasına kadar Orta Asya’da ve İran’da faaliyet gösteriyorlardı. İstilanın başlamasıyla onlar da bir koldan Hindistan içlerine, bir koldan da Anadolu’ya sığındılar.

Anlaşıldığına göre Haydarî dervişleri Kalenderilerle aynı inanç ve fikirleri paylaşıyorlardı. Bunlar da benzer kıyafetleri kullanmakta, yalnız boyunlarında “Tavk-ı Haydari” denilen, demirden yapılmış bir halka taşımaktaydılar.Haydariler bu devirde Anadolu’da olduğu gibi Suriye, Mısır ve Libya’da varlıklarını gösteriyorlardı. 15.yüzyıldan itibaren ise, hemen hemen bütün Ortadoğu’da Haydariler’e rastlanıyordu.

d) Vefâîler

Babai isyanının asıl yönetici kadrosu, Baba İlyas’ın kendisi ve halifesi Baba İshak başta olmak üzere, Vefâîyye tarikatı mensupları oluşturu-yordu.Bu tarikat Tâcu’l-Ârifîn Seyyid Ebü’l-Vefâ Bağdâdî (öl.1107) tarafından kurulmuştur. Çoğu zaman 15.yüzyılda yaşamış Ebü’l Vefâ Hârizmi ile karıştıran bu tarikat Irak ve Suriye’de yaşayan Türkmenler arasında yayılmıştır.

Baba İlyas tipik bir şaman olma hüviyetini henüz kaybetmemiş bir Türkmen babası olduğundan, sihir ve büyü ile uğraşma gibi, eski şaman geleneğini de sürdürüyordu. Bu nedenle müritleri, şeyhin üstün bir kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. Yazdığı muskalar ve bazı dini ayinlerle gelen hastaları iyileştirmeye çalışıyordu. Sorunlara ve davalılara çözüm buluyor, civar halkın birlikte barış içerisinde yaşaması için uğraş veriyordu.

lV- BABA İLYAS KİMDİR

A) Baba İlyas’ın Seceresi

Tam adı “Ebü’l-Bakâ Şeyh Baba İlyas b.Ali el-Horasânî” olup, Moğol istilası sırasında Hârizmşahlar devletini yıkılışı (1231) sırasında Anadolu’ya gelerek Selçuklu Sultanı 1.Alâettin Keykûbad’ın emrine giren Hârezmli Türkler’den bir Türkmen babasıdır.

Torunu Elvân Çelebi’ye göre (öl.1360), büyük dedesi Baba İlyas, Rum diyarına (Anadolu’ya) Dede Garkın adında başka bir Türkmen şeyhinin halifesi sıfatıyla gelmiş ve Amasya yakınlarından bulunan Çat köyüne (bugünkü İlyas Köyü) yerleşerek burada bir zâviye açmıştır. Baba İlyas burada fikirlerini yaymaya başlamıştır. Selçuklu Sultanı 1.Alâattin Keykûbad’la yakın ilişkiler kurmuş ve zamanla müridleri çoğalmaya başlamıştır.Ömer, Yahya, Mahmut, Hâlis ve Muhlis adlarında beş oğlu vardı.

B) Baba İlyas’ın Dünya Görüşü

Baba İlyas Çat köyüne geldiğinde, önceleri hiçbir ücret almadan, karın tokluğuna köylülerin davarlarını gütmeye başladı. Çok az yemek yiyor ve basit bir şekilde yaşamını sürdürüyordu. Bu yaşam tarzı ve diğer hareketleriyle kısa zaman içerisinde halkın sevgisini ve saygısını kazanmayı başardı. Köyün yakınında bir tepe üzerine bir zâviye yaptı. Hem oturduğu köyün ve hem de civar köylerin sakinleri onun müridi oldular. Yaptığı zâviyede müritlerini kabul etmeye başladı. Baba İlyas tipik bir şaman olma hüviyetini henüz kaybetmemiş bir Türkmen babası olduğundan, sihir ve büyü ile uğraşma gibi, eski şaman geleneğini de sürdürüyordu. Bu nedenle müritleri, şeyhin üstün bir kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. Yazdığı muskalar ve bazı dini ayinlerle gelen hastaları iyileştirmeye çalışıyordu. Sorunlara ve davalılara çözüm buluyor, civar halkın birlikte barış içerisinde yaşaması için uğraş veriyordu.

Baba İlyas’ın halifelerinden olan ve daha sonraları tarihte büyük izler bırakan, halifelerinden bazıları şunlardır: Baba İshak, Hacı Bektaş Veli, Hacı Mihman, Bağdin Hacı, Şeyh Osman, Ayn’ud-Devle, Emirci Sultan, Şeyh Bâli, Koçum Seydi, Şeyh Edebâli.

V- İSYANIN HAZIRLIKLARI

1- Propaganda Safhası

Selçuklu hükümdarı 2.Gıyâseddin Keyhüsrev’in kötü idaresi yüzünden halk bir kurtarıcı aramaya başladı. Bu dönemde “Anadolu Erenleri” ya da “Anadolu Evliyaları” önderliğinde, en iyi örgütlenen kesim Oğuzlar’dı. Bunların lider konumunda gördüğü kişi ise Baba İlyas’tı. Bu nedenle ona, “Baba Resul” diyorlardı.

2- İsyanı Olgunlaştıran Öncüller

Bir Vefâîyye tarikatı şeyhi olan Baba İlyas, vaktiyle Vefâîyye tarikatı mensubu olan kendi halifelerini, Türkmenler’den ve diğer değişik kesimlerden edindiği müritlerini, “halife” sıfatıyla muhtelif yerlere, özellikle onların kendi eski çevrelerine gönderiyordu. Bu halifeler gittikleri yerlerde bir takım önemli işler yapıyorlar ve bu sayede çok etkili oluyorlardı. Böylece Türkmenler ve köylüler Baba’nın fikirlerini tanıdıkları ve güvendikleri kimselerin ağzından öğrendikleri için daha kolayca bağlanıyorlardı.

Ayrıca Baba Resûl, yine Türkmen yörelerinde faaliyet gösteren ve belirli bir nüfus ve etki sahibi olan Kalenderî, Yesevî ve Haydarî tarikatlarına mensup Türkmen babalarından yararlanıyordu.

Başka bir önemli etmen de, Türkmen boylarının geleneksel yapısının bu boyları Baba İlyas’ın etrafında toplamaya büyük ölçüde yardımcı olmuş olmasıdır.Başka bir deyimle, Türkmen boyları içindeki kabile geleneği, Baba İlyas’ın işine çok yaramıştır. Çünkü onlar beyinin sahip olduğu otorite sayesinde kendi geleneksel teşkilatlarını sımsıkı bir şekilde koruyorlardı. Her boy kendi beyine kayıtsız şartsız bağlı olduğu gibi, onlar da aşiret reislerine bağlıydılar. Bu durum Baba İlyas’ın işine çok yaradı.

3- Propaganda Bölgeleri

Asıl faaliyet merkezi olarak, Baba İlyas’ın bizzat kendi zâviyesinin bulunduğu Amasya başta olmak üzere Tokat, Çorum, Sivas ve Bozok (Yozgat) bölgesi.

2. baş halifesi Baba İshak’ın bölgesi olan Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Maraş, Kefersûd, Malatya ve Elbistan’ı içine alan Güney Doğu Anadolu bölgesi ile Kuzey Suriye bölgeleri daha yoğunlukta idi.

Vl- İSYANIN BAŞLAMASI VE GELİŞMESİ

Baba İlyas, isyanı başlatmadan önce iyi bir şekilde hazırlanması gerektiğine inanıyordu. Henüz daha hazırlık devresinin olgunlaştığına inanmadığı için, bir müddet daha beklemenin yararlı olacağı inancındaydı.

Selçuklu yönetimi onun bu niyetini sezer sezmez, Çat köyünde ayaklanmaya hazırlanan Baba İlyas’ın üzerine asker göndererek olayı büyümeden bastırmak istedi. Baba İlyas kaçmayı başararak Haraşna denilen Amasya kalesine sığındı.

Bunu duyan baş yardımcısı (halifesi) Baba İshak, 10 Muharrem 637 (12 Ağustos 1239) tarihinde, büyük çoğunluğu Türkmenler’den teşekkül eden ordusu ile önce Kefersûd’u (Adıyaman ilinde bir yer) işgal etti. Sonra da Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Gerger ve Kâhta’yı ele geçirdiler. Buradan Malatya’ya yöneldiler.

Büyük tehlikenin kendilerine yaklaştığını gören Malatya valisi Muzaffereddîn Alişîr, Selçuklu askerlerinden ve bir kısım Hıristiyan halktan topladığı kuvvetlerle, Baba İshak’ın kuvvetlerine karşı koydu. İki taraf arasında geçen bu savaşta Muzaffereddîn Alişîr’in birlikleri yenilerek techizatını savaş alanında bırakarak kaçtılar. Vali Malatya’ya dönerek yeniden hazırlandı. Kürtler’den ve Germiyanlar’dan yeni kuvvetler meydana getirdi. Baba İshak kuvvetleri, bu kuvvetleri de dağıttı. Malatya yakınlarında Elbistan’da olan bu savaşta kazanılan başarıdan sonra Baba İshak kuvvetleri, yeni taraftarların katılmasıyla sayısını bir hayli artırdı.

Bu arada Baba İlyas’a gelince, sığındığı Amasya kalesinden Baba İshak ile temasa geçmeyi denedi. Baba İshak’ın Amasya’ya doğru yöneldiğini işitince, yakın adamları ile haber göndererek, Canik (Kızılırmağın batısında, Alaçam’dan Fatsa’nın doğusunda Bolaman çayına kadar uzanan bölge) tarafına gitmesini istedi. Baba İlyas’ın, Baba İshak’ı neden Canik tarafına göndermek istediği hiçbir zaman öğrenilemedi. Ancak bu konuda bazı varsayımlar ileri sürülmektedir. Belki amacı isyanın zamansız başlatıldığını düşünerek başarıya ulaşamayacağı korkusuydu. Belki de Selçuklu kuvvetlerinin Baba İshak’ın peşinden gitmesini sağlamak suretiyle kendi ve yanında bulunan üç binden fazla adamlarının hayatını da kurtarmak istiyordu. Ya da bilemediğimiz başka nedenlerden dolayıdır.

Türkmenler, peygamber olduğuna yürekten inandıkları Baba Resûl’u bir an önce görmek istiyorlardı. Ayrıca Baba İshak, Baba Resûl’u kurtarma ümidiyle Amasya üzerine yürümesinden vazgeçmedi.

Amasya istikametine ilerleyen Babaîler, öncü kuvvetleri Sivas’a yolladılar. Sivas’ta devlet güçleri bunları karşılamak için hazırlandılar. Fakat bütün çabalara rağmen yenilmekten ve ağır kayıplar vermekten kurtulamadılar. Sivas iğdişbaşısı (Selçuklular’da, karışık ırktan gelen kimselere iğdiş derlerdi. Anne ya da baba tarafından Türk olmayan Müslümanlara da bu ad verilirdi. İğdişler kent ileri gelenleri içinde yer almaya başlayınca özel müfrezeler oluşturdular. Bu müfrezelerin başlarına, genellikle de yerli halktan Müslüman olmuş birinin oğlu getirilirdi. Bu kimselere “iğdişbaşı” yada “mer-i eğadişe” denirdi.) Huremşah ve birçok ileri gelen kimseler öldürüldüler.

Selçuklu hükümetine karşı kazanılan bu yeni zafer, Baba İshak ve taraftarlarını büsbütün canlandırdı. O zamana kadar henüz fiili olarak isyana katılmamış bir kısım gayri memnun halk ve özellikle yörenin Türkmenleri de Baba İshak’ın kuvvetlerine katıldılar. Bunlar arasında o sıralarda o bölgede yaşayan Çepniler, Karamanlılar ve Avşar boyundan katılanlar çoğunluktaydı. Böylece Amasya’ya yaklaştıkları zaman Babaîler sayıca çok kalabalık bir miktara ulaşmış bulunuyorlardı.

l- Amasya Savaşı ve Baba Resûl’ün Ölümü

Babaîler, Tokat’tan geçtikten sonra, Amasya bölgesine girdiler. Onların peş peşe kazandıkları beklenmedik başarılardan ürken ve tahtını kaybedeceğinden korkan 2. Gıyâseddin Keyhüsrev, tam bu sırada Konya’yı terkederek Kubadabad’a (Konya’nın Beyşehir ilçesinde, Beyşehir Gölü’nün batısında Selçuklu kenti; bugünkü Gölkaya köyünün sınırları içindeydi.) sığındı. Öte yandan da Hacı Mübârizeddin Armağanşah’ı büyük bir Selçuklu ordusunun başında Amasya üstüne gönderdi.

Bütün bunlar olup biterken Baba Resûl hâlâ Amasya kalesinde bulunuyordu. Üstüne gelen kuvvetlere karşı savunma tedbirleri alırken Hacı Mübârizeddîn Armağanşah kendisini bastırdı. Baba Resûl ve adamları şiddetle karşı koydular.

Mübârizeddîn Armağanşah, Baba İshak kuvvetleri Amasya’ya gelmeden, Baba İlyas’ı yakalamak ve öldürmek istiyordu. Çünkü taraftarları Baba İlyas’ı, “Resûl” (peygamber) olarak gördüklerinden taraftarları üzerinde büyük bir etkisi vardı. Hatta taraftarları Baba Resûl’un öldürülemeyeceğine inanıyorlardı. Baba Resûl, taraftarlarına hiçbir şeyden korkmamaları ve şiddetle çarpışmamaları için teşvik ediyordu. Bu çarpışmalarda Baba Resûl ağır yaralar aldı. Yanındaki en güvenilir adamına savaşa devam etmesini söyledi. Nihayet Selçuklu kuvvetleri Baba Resûl’un kuvvetlerini dağıttı ve Baba Resûl’u yaralı olarak ele geçirerek, hemen o anda idam edilerek Amasya kalesinden aşağıya doğru sarkıtıldı. Gece olunca Baba Resûl’un müridleri onu asıldığı yerden indirip Amasya yakınlarında bir yere, sonradan bir ara Ambarlı Evliye Türbesi denilen mezara defnettiler.

2- İsyanın Bastırılması: Malya Savaşı ve Baba İshak’ın Ölümü

Baba Resûl’ün öldürülmesinden kısa bir müddet sonra, Baba İshak’ın komutasındaki Babaîler Amasya’ya geldiler. Selçuklu komutanı Hacı Mübârizeddîn Armağanşah; Babaîlere, Baba Resûl’ün öldürüldüğünü, teslim olmalarını istedi. Babaîler, Baba Resûl’un ölümsüz olduğunu ve meleklerin yardımını getirmek üzere Tanrı katına gittiğini söyleyerek, teslim olma teklifini reddettiler. Daha sonra da “Baba Resûlullah! Baba Resûllullah!” diye bağrışarak kadın erkek bütün güçleriyle Selçuklu askerlerinin üzerine saldırdılar. Şiddetli bir vuruşmadan sonra Babaîler, Selçuklu kuvvetlerini bir daha yenerek komutan Hacı Mübârizeddîn Armağanşah’ı öldürdüler. Bu zaferin etkisi ve Selçuklu Sultanına olan kinlerinin verdiği coşkuyla başkent Konya’ya doğru yürüyüşe geçtiler.

Ordusunun başına geleni öğrenen 2. Gıyâseddin Keyhüsrev acele olarak, sınırları korumakla görevli Erzurum’daki kuvvetlerini yardıma çağırdı. Sıkı bir yürüyüşle yola çıkan Selçuklu kuvvetleri, altı gün içinde Sivas’a ulaştılar. Burada son hazırlıklarını tamamlayarak Kayseri’ye hareket ettiler. Bu arada Babaîler de Kayseri bölgesine gelmişlerdi. Ziyâret adı verilen yerde Selçuklular’la Babaîler arasında yine şiddetli çarpışmalara oldu. Babaîler, burada da Selçuklu kuvvetini yenerek dağıttılar.

Bu savaşı da kazanan Babaîler, büyük bir coşku içinde, hedef Selçuklular’ın başkenti Konya olmak üzere Kırşehir istikametinde yollarına devam ettiler. Türkmenler, kadınları, çocukları, bütün ağırlıkları ve sürüleri de dahil olmak üzere Kırşehir yakınlarında Malya ovasında toplandılar. Fakat iki buçuk ay gibi kısa bir zaman içerisinde Adıyaman’ın Kefersûd’dan çıkan Babaî kuvvetleri binlerce yol katederek Adıyaman, Malatya, Elbistan, Sivas, Amasya, Kayseri ve Malya’ya geldiklerinde, her ne kadar geldikleri bölgelerden birçok Türkmenler, Babaî kuvvetlerine yeni güç olarak katılmış olsalar da, Babaîler’in birçokları güçsüz ve hal-sizlerdi. Ayrıca çoluk ve çocuklarını da yanlarında getirdiklerinden, kasım ayının soğukları da etkili oluyordu.

Babaîler’in Malya’da toplandıklarını öğrenen Selçuklu Sultanı 2. Gıyâseddin Keyhüsrev, daha önceden Türkler’den, Kürtler’den, Gürcüler’den, Araplar’dan ve ücretli Franklar’dan hazırlamış olduğu 70 bin kişilik ordusunu, Emir Necmettin komutasında Babaîler’in üzerine gönderdi.

Bu iki kuvvet 1239 yılının Kasım ayında Malya ovasında karşılaşarak, savaş düzeni aldılar. Bütün telkin ve teşviklere rağmen Selçuklu ordusundaki Türk askerleri bir türlü hücuma geçmeye istekli görünmüyorlardı. Çünkü Baba İshak’ın kudretine, Türkmenler’in gözü pekliğine ve savaştaki maharetlerine dair kulaklarına gelen haberlerin etkisi altındaydılar. Durumun hassasiyetini kavrayan ve eğer yenilirlerse bu defa işin hepten biteceğini anlayan Selçuklu komutan Emir Necmeddîn, ordunun önüne çelik zırhlı Frank askerlerini yerleştirdi.İlk hücum Türkmenler’in harekete geçmeleriyle başladı. Türkmeler’le, ücretli Frank askerleri arasında bu vuruşma çok şiddetli geçiyordu. Çünkü bir yanda aldıkları ücret için savaşan muhtelif milletlerden oluşturulmuş profesyonel bir ordu; öbür tarafta ise, her şeylerini yanlarında taşıyan, kendilerini mutlu bir hayatın beklediğine olan inançlarıyla buralara kadar gelmiş, varlığını yokluğunu bu isyanın başarı ümidine bağlamış büyük bir başıbozuklar kalabalığı, çoluk çocuk, kadın erkekten oluşan bir insan topluluğunun vuruşmasıydı. Frank askerlerinin çelik zırhları karşısında, Türkmenler’in ok ve mızrakları etkisiz kalıyordu. Bu durumdan birden bire cesaretlenen Selçuklu ordusunun öteki askerleri, Franklar’la birlikte karşı hücuma geçtiler. Çok şiddetli olan bu hücum karşısında aylardır hasımlarını yenmeye alışmış olan Babaîler, birden şaşkınlığa uğradılar. Babaîler, ağırlıklarının arkasına sığınarak müdafaaya geçtiler. İki tarafta çok kayıp veriyordu. Nihayet Selçuklu kuvvetleri, Babaî kuvvetlerini dağıtmayı başardı. Türkmenler’den kaçabilenler kaçtılar. Kaçamayanların birçokları ise Selçuklular tarafından öldürüldü. Bu ölenler arasında, Babaîler isyanını aylardan beri yöneten, buraya kadar Selçuklu kuvvetlerini on iki defa yenen, Baba Resûl’un en ileri gelen, en gözde halifesi sıfatını taşıyan Baba İshak da bulunuyordu. Kadın ve çocukların büyük çoğunluğu esir olarak alındı. Böylece, Babaîler ile Selçuklular arasında meydana gelen on iki vuruşmayı kazanan Babaîler, on üçüncü vuruşmayı kaybederek dağıldılar.

Bu kanlı savaş sonunda ele geçirilen esirler 2. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in yanına sevkedilip, elde edilen ganimetler de askerler arasında paylaştırıldı. Sultan, Frank askerlerine ifa ettikleri hizmete mükafat olarak üç bin altın dağıttı. Aynı şekilde komutanları da mükafatlandırıldı.Malya savaşındaki bu ağır yenilgi, Türkmenler’e çok pahalıya mal oldu. Yenilgiden sonra Babaîler, Anadolu’nun birçok yerlerine kaçarak kendilerini gizlemeye çalıştılar. Bir kısımlarını ise, Selçuklu hükümeti Anadolu’nun merkeze uzak yerlerine ve Halep, Şam gibi yerlere sürgüne gönderdi. Ayrıca Türkmenler, gelecekte yerli peygamberleri olacak olan Baba Resûl’lerini kaybettiler.

Selçuklular açısından ise Malya savaşı yengisi Anadolu Selçuklu devletinin saadetini değil, felaketini hazırlayan faktörlerden biri olmuştur. Çünkü Babaîler isyanı, devletin gerçekte ne kadar zayıf olduğunu, dış görünüşteki parlaklığa rağmen, siyasi, idari, toplumsal ve ekonomik, hatta özellikle askeri bir takım zaaflarının bulunduğunun çok net bir şekilde göstermiş oldu. Babaî isyanı nedeniyle, gücünden çok şey kaybeden Anadolu Selçuklu Devleti’ne, o zamana kadar saldırmak için kapı önünde bekleyen Moğollar, bu durumu fark ettiler ve Selçuklular üzerine saldırarak, Anadolu Selçuklu Devleti’ni tarihteki sahnesinden 1243 yılında kendine uydu bir devlet haline getirerek, 1308 yılında tamamen yıkılmasına zemin hazırladılar.

Ayrıca Babaîler’in ardılları olan Şeyh Bedreddin, Şahkulu Baba, Nur Ali, Bozoklu Celal, Kalender Çelebi, Yenice Beğ, Domuzoğlan ve Söklenoğlu gibilerin önderliğinde Osmanlı döneminde isyanlar çıkarak, Osmanlı Devleti’nin de başını ağrıtmışlardır.

(Babaîler hakkında geniş bilgi için bakınız: Prof. Ahmet Yaşar Ocak: “Babaîler İsyanı”, Dergah Yayınları, İkinci baskı, Şubat 1996.)

Baba İlyas tipik bir şaman olma hüviyetini henüz kaybetmemiş bir Türkmen babası olduğundan, sihir ve büyü ile uğraşma gibi, eski şaman geleneğini de sürdürüyordu. Bu nedenle müritleri, şeyhin üstün bir kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. Yazdığı muskalar ve bazı dini ayinlerle gelen hastaları iyileştirmeye çalışıyordu. Sorunlara ve davalılara çözüm buluyor, civar halkın birlikte barış içerisinde yaşaması için uğraş veriyordu.

Check Also

Hünkar Hacı Bektaş Veli Dergâh Ziyaretimiz

Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli, niyazlarımızı kabul eylesin.

Bir yanıt yazın