Demokratik bir toplumun olmazsa olmalarının başında düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğü gelmektedir. Dini alan ile din dışı alanın, hiçbir baskıya maruz kalmadan, kendisini var etmesinin zemini olarak kabul edilen laikliğin varlığı da demokratik toplumun vazgeçilmezlerindendir. İktidardakilerin bütün dezenformatik yönlendirmelerine rağmen laiklik, farklı inançların ve dolayısıyla inançsızlıkların kendilerini güvencede hissedebilecekleri bir özgürlükler alanıdır.
Zamana yayarak yaptığı yasal düzenlemelerle laikliği prensip olarak benimseyen Türkiye, bir çok alanda olduğu gibi, dine yaklaşımı itibariyle Osmanlı’nın devamıdır. Osmanlı’da devletin resmi dininin İslamdı. Türkiye Cumhuriyeti ise resmi olmasa da, Osmanlı’nın mirasına büyük ölçüde sahip çıkan bir hat izlemiştir. Son dönemleri dikkate alınırsa ne Osmanlı’nın tam anlamıyla din kurallarına göre yönetilen bir devlet ne de Türkiye Cumhuriyeti gerçek anlamıyla laikliği benimsemiş bir devlet olduğu söylenebilir.
5 ŞUBAT 1937!
Türkiye’nin laiklik serüveninde bir dönüm noktasını oluşturan 5 Şubat’ı böyle okumak gerekir.
5 Şubat 1937’den beri bir Anayasa maddesi haline gelen laiklik, zamanda bütün kurallarıyla uygulanma olanağı bulabilse devletin inançlar karşısında tarafsızlığı anlamına gelmektedir. İnanç özgürlüğünün önündeki engellerin tümüyle ortadan kaldırılması demek olan laikliğin Türkiye’deki seyrinde bir tuhaflık olduğu muhakkaktır.
Kimliklerdeki din hanesine ilişkin Sinan Işık’ın açtığı ve Şubat 2010’da sonuçlanan davada karar veren AİHM’in kararını hatırlayalım. Özgürlükçü laikliğin ve inanç özgürlüğünün çerçevesini çizen AİHM’in, “Demokratik bir toplumda devlet çoğulculuğun garantörüdür. Bu, dinsel çoğulculuğu da kapsar. Devletin bu görevini yerine getirebilmesi için tarafsız olması gerekir. Mahkemenin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşüne dayanarak, başvurucunun inancıyla ilgili bir değerlendirme yapması, devletin dinsel inançlar karşısında tarafsızlığıyla bağdaşmaz” tarifi, her zaman olduğu gibi bugün de yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.
Kimliklerde din hanesinin kaldırılmasına ilişkin söz konusu AİHM kararından bu yana Türkiye’de köprülerin altında çok su aktığını hepimiz biliyoruz. Laikliği Anayasa maddesi haline getirmesine rağmen başlangıçta daha belirsiz ama giderek daha belirgin bir biçimde çoğunluğun inancını devlet dini haline getiren Türkiye’de laikliğe aykırı pek çok uygulama bulunduğunu da biliyoruz. Uzun yıllardır din dersinin zorunlu olmasına karşı yürütülen mücadele karşısında “kulakları sağır” hale gelenlerin ülkesinde, bugün, zorunlu din derslerinin yanına seçmeli dini dersler eklenmesi de laikliğin sözde uygulanır olduğuna işaret etmektedir.
AZINLIKLAR NEREDE?
Laiklik hala bir anayasa maddesi ama devlet, inançlardan yalnızca Sünni Müslümanlığı, ibadethanelerden yalnızca camii ve mescidi dikkate almakla yetinmektedir.
Ne demek istediğimi anlamak için Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki azınlık nüfusunun genel nüfusa oranıyla bugün sayıları bir avuç kadar olan azınlığın sayısına bakmak yeterlidir. Çünkü Türk tipi diye adlandırabileceğimiz laiklik, devleti tarafsızlaştırmaya dair hiçbir adım atma ihtiyacı duymamış; tam tersine uygulamalarıyla bu ülkeyi diğer inançlar için yaşanmaz hale getirmiştir.
Halifeliği ortadan kaldırıp, Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı’nı Diyanet İşleri Başkanlığı’na dönüştürerek, Osmanlı ile kendi arasına mesafe koyduğu izlenimini yaratan devlet, fiilen Sünni İslam inancını devletin dinine dönüştürmekten geri durmamıştır.
ALEVİLİĞİN HALİ PÜR MELALİ!
Sürecin böyle işlediğini Aleviliğe bakarak söylemek mümkündür.
AKP’nin Aleviliğe ilişkin tutumu ortadadır. Alevi “iftarı”, Alevi Çalıştayları düzenlemekle birlikte Aleviliğin en temel taleplerine karşı kulaklarını kapayan AKP’nin Sünni İslam çoğunluğunun memnun etmek için her türlü devlet olanağını harekete geçirdiği bilinmektedir.
MHP, özellikle güney illerinde elinde bulundurduğu belediyeler aracılığıyla Türkmen Alevileri ve Tahtacıları kontrol altında tutabilmek için çeşitli adlar altında Cemevleri açmakla yetinirken, Alevilerden önemli ölçüde destek alan HDP’li belediyelerin henüz bir adım attığına tanık değiliz.
Aleviler denince nedense hemen akla gelen CHP’nin ise son günlerde bir atılım içinde olduğu söylenebilir. Yerel Yönetimlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba ile aynı zamanda ABF Genel Başkanı da olan CHP PM üyesi Fevzi Gümüş’ün birlikte şekillendirdikleri yaklaşımlarını CHP’li Belediyelere ulaştırdıkları söylenmektedir.
DEVLETİN İBADETHANELERE KARIŞMASI
Buna göre CHP, partili başkanlar tarafından yönetilen belediyelere gönderdiği genelgede, Cemevi için yer talep edilmesi halinde ibadethaneler için ayrılan yerlerin hiçbir tereddüde yer bırakmadan tahsis edilmesini belirtmektedir.
İktidara aday bir partinin dini alana dair böyle bir konuda bağlı belediyeleri uyarması tuhaf bulunabilir ama zaten Türkiye’nin laikliği de baştan beri bir tuhaflık içinde seyretmektedir. Bu durum bile yalnız başına tarihsel olarak her şeyi olduğu gibi, laikliği de kendine benzetmiş bulunan Türkiye’nin laiklik serüveninin özgürlükçü bir çerçeveye sahip olmadığını göstermektedir. Zira Türkiye’de yoğun talep üzerine yapılan başvurular, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınan, “Cemevleri ibadet yeri değildir” görüşü doğrultusunda reddedilmiş; reddedilen başvurular yargıya taşınınca da süreç AİHM’e kadar uzamıştır.
Devletin cami, Cemevi gibi ibadet yerlerine bile karışması, laikliğin anlamına aykırıdır. Bununla birlikte Cemevi taleplerinin Sünni Müslümanlığa göre örgütlenmiş Diyanet İşleri Başkanlığına soran ve din denince Sünni inancını dikkate alan devlet yapılanmasının direncini kırmak ve işlevsiz hale getirmek için CHP’nin böyle bir tutum aldığı söylenebilir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son dönemlerde, engellilerden emeklilere, gençlerden Romanlara, Azınlıklardan Alevilere kadar pek çok toplumsal kesim ile bir araya geldiği ve bu kesimlerin dile getirdikleri talepleri CHP’nin seçim taleplerine dönüştürdüğü dikkate alındığında, Cemevlerine ilişkin Alevilerin taleplerine yönelik CHP’li Belediyeleri harekete geçirmek istemesi anlaşılabilir.
İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ MANİFESTOSU
Ancak asıl mesele, devletin nasıl kurgulanacağında düğümlenmektedir. Devletin din alanını özgürlükçü bir çerçeveye kavuşturması gerekmektedir ve iktidarı talep eden CHP’nin, hiçbir ayrım gözetmeden bütün din ve inançlara ve elbette inançsızlara kadar herkesin inancını güvence altına alabilecek ve herkese güvence verebilecek bir inanç özgürlüğü manifestosu açıklaması gerekmektedir.
CHP’nin Kürtlere, Romanlara ve diğer halklara özgürlük vaadinde bulunması nasıl Türklerin özgürlük alanına müdahale olarak algılanmaması gerekiyorsa Azınlıklara, Alevilere ve inançsızların kendilerini ifade edebilmesini savunmasının da Sünni Müslümanlığın özgürlük alanına bir sınırlama olmadığını anlatabilmesi önemlidir.
Kabul etmek gerekir ki hak ve özgürlükleri, kimliklerden bağımsız olarak ele alıp, evrensel ölçekte uygulanmasını sağlamamız gerekiyor. Evrensel laikliği ilke edinmiş bir devletin görevi, bütün din ve inançlara eşit mesafede durarak ve bütün inançların ve elbette inançsızlıkların kendisini yaşatmasını güvence altına alan bir düzen kurmaktır.
Devlet, bir dine, diğer din ve inançlara oranla daha fazla öncelik veremez. Devlet açısından her din eşit olmalıdır ve bu eşitler kendi farklılıklarını özgür bir biçimde yerine getirebilmelidirler. Laiklik hem dini hem de din dışına ait alanın kendisini var etmesinin zeminidir. Böyle bir sistem, Türkiye’nin özgürlükçü ve demokratik bir ülke olmasını gerektirir.
İşte o zaman Sünniler de, Aleviler de, talepleri inançlarının gereğini yerine getirmek için devletin hiçbir engellemesiyle karşılaşmayacak ve inançlı – inançsız herkes kendisini özgürce ifade edebilecektir.